Bu yılın başlarında Giorgio Agamben, Amicizie [Dostluklar] adlı kısa bir kitap yayımladı. Kitapta, on yedi kısa portre aracılığıyla hayatında silinmez bir iz bırakmış dostlarının anılarını dile getiriyor. Bunlar arasında Italo Calvino, Elsa Morante, Pierre Klossowski, Giorgio Caproni ve diğerleri yer alıyor. Aşağıda Ill Will kolektifinin İngilizceye çevirdiği Guy Debord için yazılmış bölümü sunuyoruz.
Je veux uniquement que vous sachiez combien je vous ai aimé tous le deux dès la première fois qu’on s’est rencontré et que je ne vous oublierais jamais. [Sadece, ilk tanıştığımız andan itibaren ikinizi de ne kadar sevdiğimi ve sizi asla unutmayacağımı bilmeni istiyorum.] Guy’ın intiharı ardından Alice Debord’a bu satırları yazalı neredeyse otuz yıl oldu. Hâlâ çok net hatırlıyorum, 1980’lerin sonlarında, Montparnasse’taki görkemli otel Lutetia’nın barındaki ilk karşılaşmamızı… Guy, burjuva lüksünün inceliklerine karşı özel bir zevke sahipti ve dostlarıyla burada buluşurdu. Siyasi ahvalin artık kötüye doğru gittiğini ve bu gidişatın her ayrıntısını anında kavradığımızı o an fark etmemiz için sadece birkaç kelime yetmişti. Guy, yorgun düşmüş sanatsal avangart geleneğinden geliyordu; ben ise şiir ve felsefe geleneğinden. İki farklı insan aynı noktada buluşmuştu. İlk kez, gereksiz ve yanıltıcı fikirler ve yazarlarla uğraşmak zorunda kalmadan siyaset üzerine konuşuyordum (Guy’ın bilahare yazdığı bir mektupta, bu fütursuzca yüceltilen yazarlardan biri, kısa ve öz bir biçimde ce sombre dément d’Althusser [şu kasvetli deli Althusser] olarak anılmıştı). Buna, sözde hareketleri daha az felaket bir yöne sevk edebilecek kişilerin sistematik olarak dışlanması da eşlik ediyordu. Son kertede, yeni bir siyasete ulaşmanın önündeki başlıca engellerden birinin Marksist partilerin (Marx’ın değil!) ve işçi hareketinin kalıntıları olduğu ikimiz için de açıktı. Bunlar, savaştıkları sandıkları düşmanın istemeden (Marksist partiler ise bile isteye) suç ortakları olmuşlardı.
Rue du Bac’taki evinde gerçekleştirdiğimiz buluşmalarımızda hem sermayeyi hem de onun ikiz gölgeleri olan – Stalinist (“yoğun gösteri”) ve demokratik (“dağınık gösteri”) – sistemleri Vico degli Strami’deki[1] bir bilgeye ya da on yedinci yüzyıl teologlarına yakışır bir titizlikle ironik bir şekilde damgalayışına her zaman hayran kalmışımdır. Odanın ortasındaki Chesterfield kanepede oturmuş, ayaklarının altındaki tabure kayıp gittikten sonra yalnızca fırçasıyla tavana tutunmuş bir ressamın imgesiyle komünist liderlerin durumunu tasvir edişi hâlâ gözümün önünde: ils ne tiennent plus que par le pinceau. [Artık sadece fırçayla tutunuyorlar.]
Ancak aramızdaki asıl mesele daha yakın ama daha da anlaşılmaz bir bir yerde yatıyordu. İlginçtir ki Guy’da, özel hayatın yetersizliğine dair berrak bir farkındalık, az çok bilinçli ve neredeyse safça sayılabilecek bir inançla — kendisinin ve arkadaşlarının yaşamında benzersiz ve örnek alınacak bir şeyler bulunduğu düşüncesiyle — birlikte mevcuttu. İlk filmlerinden biri olan Critique of Seperation’da [Ayrılığın Eleştirisi] – isim tercihi çok başarılıydı – “özel hayata dair elimizde yalnızca acınası belgeler bulunan o gizlilikten” söz etmişti. Buna karşın, ilk filmlerinde ve sonra Panegyric’te [Methiye], arkadaşlarının yüzlerini, sevdiği kadınları ve yaşadığı evleri (Floransa’daki Via delle Caldaie 28, Champot’daki kır evi, Paris’teki Square des Missions-Étrangères ve Rue du Bac 109) ısrarla gözlerimizin önüne getiriyordu. Bu tutumun ardında, Situasyonistlerin çözemediği bir tür temel çelişki ve belki de dile getirilmemiş bir farkındalık yatıyordu: Gerçek siyasal öğe, tam da bu aktarılamaz ve neredeyse gülünç sayılabilecek özel hayat gizliliğinde saklıydı. Çünkü kuşkusuz bu — yani gizli olan, yaşam biçimimiz — öylesine mahrem ve öylesine yakındır ki, onu kavramaya kalktığımızda elimizde kalan tek şey, anlaşılmaz, tiksindirici, sıradan bir hayat olur. Buna karşın, belki de tam da bu karmaşık ve gölgeli varlık, siyasetin sırrını; her biyografinin ve her devrimin karaya oturduğu arcanum imperii’nin [iktidarın gizemi] öteki yüzünü barındırıyordur. Situasyonistlerin adını aldıkları “durumların inşası” ifadesi, görevlerinin, “gerçek hayat coğrafyasının Kuzeybatı Geçidi” gibi bir şeyi bulmak olduğunu ima ediyordu. Ancak gösteri toplumundaki yabancılaşmış yaşam biçimlerini çözümlemede böylesine usta ve sezgi sahibi olan Guy, kendi yaşam biçimini aktarmaya, yolculuğunun sonuna kadar paylaştığı bu mahrem unsuru (la clandestina) görünür kılmaya ve gizeminden arındırmaya kalkıştığında saf ve savunmasız görünürdü. Tam da o yıllarda, Aristoteles’in zoē kavramıyla hem kentten dışladığı hem de kente dâhil ettiği bu mahrem unsurun siyasal anlamını sorgulamaya başlamıştım. Ben de başka bir yoldan, gerçek hayat coğrafyasının Kuzeybatı Geçidi’ni arıyordum.
Bir akşam Paris’te, ona İtalya’daki birçok gencin hâlâ Guy’ın yazılarına ilgi duyduğunu ve ondan yeni şeyler beklediklerini söylediğimde, Alice şu yanıtı verdi: “On existe, cela devrait suffire” [Buradayız işte, bu yeterli olmalı]. Peki bu “on existe” ne anlama geliyordu? Elbette o yıllarda, Rue de Bac ile Champot arasında, telefonsuz bir inziva hayatı sürüyorlardı (Paris’e vardığımda bir mektup yazacağım ve ardından her zaman olduğu gibi bir akşam yemeği daveti alacağım zaten belliydi). Varlıkları, tabir caizse, özel hayatlarının gizliliğiyle bütünüyle düzleşmişti [integralmente appiattita]. Öyleyse, “on existe” ne anlama gelebilirdi? Varlık – saf varoluş, Batı felsefesi için her anlamda böylesine temel bir kavram – özünde yaşamla ayrılmaz biçimde bağlıdır. “Var olmak” diye yazar Aristoteles, “canlı varlıklar için yaşamak demektir.” Yüzyıllar sonra Nietzsche buna açıklık getirir: “Var olmak: Buna dair sahip olduğumuz tek tasavvur yaşamaktır.”
Guy, kendisini bir filozof değil, bana bir keresinde söylediği gibi, bir stratejist olarak görüyordu. Yine de her türlü dirimselcilik anlayışının ötesinde, varlık ile yaşamın o derin iç içeliğini görünür kılmak, o zaman da bugün olduğu gibi, düşüncenin ve siyasetin kaçınılmaz görevi idi.
Guy çağdaşlarına değer vermiyor ve onlardan hiçbir şey beklemiyordu. Ona göre siyaset, homme ou cave [adam mısın enayi mi?] ikilemine indirgenmişti (bu argo ifadeyi bilmediğim için Simonin’in çok beğendiği Le cave se rebiffe adlı romanına bakmamı önermişti). Guy, mütemadiyen az ama ısrarlı okumalar yapan biriydi – Gösteri Toplumu üzerine yazdığım “Marginal Notes on Comments on the Society of the Spectacle” metnimi okuduktan sonra bana yazdığı mektupta, alıntı yaptığım yazarlar için şöyle diyordu: quelques exotiques que j’ignore très regrettablement et à quatre ou cinq français que je ne veux pas du tout lire [ne yazık ki tanımadığım birkaç egzotik yazar ve okumak istemediğim dört beş Fransız]. Şu bir gerçek ki insanlardan umudunu kesen kendinden de umudu keser ve Guy, ilk filmlerinden birinde kendisi ve arkadaşları için karşılaşmalarını “henüz gerçekten bulunamamış, daha yoğun bir yaşamdan gelen sinyaller” olarak nitelese de bu umutsuzluğun üstesinden hiç gelemedi. Özel hayatın mahremiyeti – ki zaman geçtikçe ona giderek daha ele avuca sığmaz ve belki de katlanılmaz görünmüş olmalı – ile özel hayata kazınan tarihsel yaşam arasındaki tereddütü, hiç kimsenin bir kez ve sonsuza dek çözdüğüne kendini inandıramayacağı bir zorluğu ele veriyordu. Guy’ın peşinden gittiği mahrem yaşam bugün daha da ele avuca sığmaz hâle gelmiş durumda. Yine de ancak düşünce, tekil varoluşun mahremiyetinde saklı gerçek siyasal unsuru bulabildiğinde, siyaset soyutluğundan kurtulabilir ve bireysel biyografi kendi budalalığından sıyrılabilir.
Ill Will’de yayınlanan bu yazıyı Yusuf Enes Karataş çevirdi.
[1] Napoli’de, genellikle teolojik ya da hukuki skolastisizmle ilişkilendirilen, tarihî bir sokak. İngilizceye çevirenin notu.
The post Guy Debord appeared first on Terrabayt.