Bir deniz olduğunuzu hayal edin. Siz bir denizsiniz. Deniz doğası gereği durağan değildir.
Bazen bulanık, bazen durgun ve berrak, bazen de dalgalı… Tıpkı insan bilinci gibi.
Sürekli maruz kalınan dış faktörler varken, bir denizin sürekli dalgalı ya da her zaman durgun olması ne kadar gerçekçi?
Bir deniz de insan gibi dış dünyaya maruz kaldığında değişir, dalgalanır ve bulanır.
Bu halleri yaşamamak için rüzgârın esmemesi adına çareler düşünen, rüzgar estiğinde hayal kırıklığı yaşayan ve kendisini üzdüğü için rüzgardan nefret eden bir deniz düşünün.
İşte insanoğlu ve insanoğlunun hayat oyunu…
Rüzgarın varlığını inkar etmek neye yarar? Ayrıca rüzgar sadece rüzgardır.
Bizler acının, karanlığın varlığını inkâr ederek oluşturduğumuz dirençle, hayatın var olan güzelliğini de belki tam olarak yaşayamıyoruz.
Halbuki ilk başta neşe, sevinç ve mutluluk kadar hüzün, acı ve kederin de varlığını kabul edebilseydik, belki en baştan bu oyunu her birey başka türlü oynardı.
Jung’un da dediği gibi, bir insanın bütünlüğe ulaşması yani bireyleşme süreci (individuation process), ruhun hem ışığı hem gölgeyi tanımasından geçer — hepsinin kabulünden.
İşte bu, insanın içsel denizinde dalgalarla birlikte var olmayı öğrenmesidir.
İnsan yaşamda birçok etikete sahip.
Sosyal, kültürel, maddi, manevi birçok farklı etiketimiz olsa da, insani yanımız açısından bir eşitlik görüyorum ben.
Bu eşitlik, hayatın her birimizin ağzında hoş ve hoş olmayan tatlar bırakıyor ve bırakacak olması.
Umut, sevinç, acı, hayal kırıklığı, heyecan gibi birçok duygu…
Varoluşun, yaşamın dili bu iken, ne zamanki denizimizin hep güzel duygularda olmasını istiyoruz, o zaman içsel dengemizi bozuyoruz.
Ayrıca farklı duygu ve deneyimlerden geçmeyen egolar maalesef yeterince güçlenemiyor, daha doğrusu olgunlaşamıyor.
Olgunlaşmamış, olanı olduğu gibi göremeyen insan ise hayata ve kendisine yeterince güvenemez.
Güven olmadığında, sürekli bir tehdit varmış gibi yaşayan varlık, kendini korumak maksadıyla planlar yapar.
Kendini yaşamak yerine, sınırlı benlik programını deneyimler.
Çünkü kontrol etme arzusu genelde korkularımızdan, güvensizliğimizden doğar.
Bu güvensizliğimiz ve dış dünyamızın da belirsizliklerle çevrili olması, yaşamı kontrol etme olgusunu doğurur.
Halbuki kontrol etme düşüncesi sadece bir yanılsama.
En büyük cesaret; riskli ya da korku kökenli kararlar almaktansa, bu yanılsamadan sıyrılıp hayatın ritmine kendini bırakabilmektir. İşte bu kendini aşmaktır.
Kısacası, hayat kontrol edilmesi gereken bir alan olmaktan ziyade, her gün yeni seçimlerle inşa edilecek bir süreçtir.
Bu sebeplerle, dış dünyayı kontrol etmeyi bırakıp belirsizliği, acıyı, hüznü kabul eden bir insan yılmazlığa giden yola da adım atabilmiştir.
Çünkü onun güvendiği yer artık kendisiyle, duygularıyla kurduğu sağlıklı ilişki — yani kendine ve hayata olan güveni.
Böylelikle kişi, onu kaygılandıran belirsizliği umuda dönüştürme yolunda ilerlemeye başlamıştır.
Çoğumuz bir takım kararlarımızı bu hayatı kontrol etme perspektifinden alırken, iç dünyasıyla barış imzalayan kişi bilinçli seçim dünyasına adım atmıştır.
Neyi neden yaptığını, hedeflerini, kaçtığı noktaları, zaaflarını — kısacası kendini bilir.
Kişi bundan böyle tek kanatla uçmuyor; aydınlık ve karanlığını bilerek, ikisinden de fayda sağlayarak yaşamda kaderini yazıyordur.
Sınırlı benliğimiz, korkan, yetersiz hisseden bir yapıdır.
Güven duygusu azdır.
Fakat sınırlı benliği aşmak, insanoğlunun içindeki yaşam ateşini yakan noktadır.
Çünkü artık korkan bir “ben” yerine güvenen bir “ben” vardır.
Kontrolcü ben yerine, teslim olan ben vardır.
Yetersiz hisseden ben yerine ise kendisine neyin yetip yetmediğini bilen, sınırlarını çizen bir ben gelmiştir.
Kısacası yeni, özgür bir “ben”e doğru ilerleyiş başlamıştır.
Bu noktada kişi maskelerini bırakarak otantik benliğine yavaş yavaş kavuşur; ilişkileri, hayatı da otantikleşir, sadeleşir.
Bu ben, olanlara hemen tepki vermeyen, duran, daha yumuşak cümleler kuran bir bendir.
Hayatı kontrol edemem ama onunla beraber akabilirim.
Tamamıyla yönetmek yerine, bana ne demek istediğini anlayabilirim.
Uyumlanabilirim.
Şimdiye dek yaşadıklarımla yüzleşip, karanlık yerlere ışık tutarak ilerleyebilirim.
Korkup kontrol etmek yerine, bedenimi, duygularımı dinleyebilirim.
Kurgulanmış sınırlı benlik, bu sorular ve doğru seçimlerle yavaş yavaş miadını doldurur ve asıl öz ortaya çıkar.
Bu, yeni kimliğinin ortaya çıkışıdır.
Bundan böyle içsel denizinin efendisi olan kişi potansiyeline de adım adım yaklaşır.
Hayata, kendine, Yaradan’a güvenir ve kendi öyküsünü değiştirir.
Kontrol etmek yerini iç huzura ve teslimiyete bırakır.
Teslimiyet pasiflik değil, asıl gücün kapısıdır.
Bütün yaşananlar da zaten seni bu kapıya getirmek için kendi kurduğun bir kurgudur, sevgili yolcu…
İlginizi çekebilir: Zihin dünyamız ve dönüşüm
The post Kontrol etme arzumuz appeared first on Uplifers.