Kolektif Bir Kitap Olarak Seminer
Hegel tarihin üç türünü ayrıştırır: katılımcıların ya da çağdaş tanıkların tarihi; muhtemelen ama zorunlu olarak keyfi olmayan bir tema etrafında yeniden inşa edilen bir tarih; ve son olarak, İdea’nın ilerleyişi, Mutlak’ın gerçekleşmesi olarak görülen tarih. Burada önerdiğim Fransız kuramının tarihi her üç perspektiften de kavranabilir. Hegelci Mutlak’ın yerine kapitalizmin evrimini koyarsak, Fransız teorisinin 1940’larda ortaya çıkışının ve neo-liberal dönemde giderek tükenişinin, bu daha temel izleğe verilen benzersiz ulusal entelektüel tepkinin bir ifadesi olduğu yavaş yavaş anlaşılacaktır.
Bir tema açısından bir tarihin inşasına gelince, ki bu tüm dönem boyunca kesinlikle gündemde yer almıştır, bu dersler teori üretiminin Marksizm ile ilişkisini ve o dönemdeki güncel durumların eksik bir Marksist okumasına yönelik esas olarak dilbilimsel alternatiflerin değişen çözümlerini ön plana çıkarmaktadır. Bu versiyon, felsefi açıdan tatmin edici olmayan bir materyalizm karşısında pek çok idealizmin inşası olarak da ifade edilebilir ya da tam tersi. Son olarak, öncelikle altını çizmek istediğim husus, kitabın otobiyografik boyutlarıyla, bir tanığın ve bazen de bir katılımcının anlatısı olarak kavranabileceğidir.
Dolayısıyla burada anlatılması gereken en az üç hikaye var. Bunlardan ilki, Marksist bir çerçevenin ya da sorunsalın üretkenliğidir. İkincisi, metinlerin hem yazarlar hem de daha genel bir tematik bağlamda dönemselleştirme ve yeniden yapılandırılma talebi. Son olarak, 1944’te Paris’in Kurtuluşu’ndan 1980’lere veya 90’lara, başka bir deyişle Fransız entelektüel hayatının Marksizmden arındırılmasına, Fransa’nın Avrupa Birliği’ne girişine ve neoliberal yahut özelleştirme & kemer sıkma etrafındaki ekonomik gündemin kademeli önceliğine kadar uzanan bir döneme şahsen (oldukça dolayımlı) dahiliyetim var.
Seminerlerin, kişinin kendisi ve öğrencileri arasında, oldukça kişisel bir mesele olduğu; diğer yandan da söz konusu metinlerle bir performans ilişkisi olduğu düşünülebilir. Dersler fazla resmi bir kelime (her ne kadar kullanmak zorunda olsak da), sohbetler ise gereğinden fazla laubali. Her ne kadar sözlü boyutu en aza indirmeye çalışmış olsak da, bunlar yazı sayılmaz. Öte yandan, zaruri olarak bir nevi pedagojik felsefe de ima ediyorlar, ancak bunun irdelenmesini okuyucuya, sabık ya da farazi dinleyiciye bırakıyorum.
Bu dersler dizisini ilk okuduğumda ( kendim kaleme almadığım için öncesinde hiç okumamıştım), tam olarak sınıflandıramadığım otobiyografik bir dürtüden beslendiğini fark ettim; ama bir kez teşhis edince, bu dürtünün son birkaç yılda verdiğim diğer seminerlerde de işbaşında olduğunu gördüm. Bunu ancak, çeşitli dönemlerde beni esir almış düşünsel ilgi döngüleri olarak adlandırabileceğim şeylerin kronolojik olmayan bir incelemesiyle açıklayabilirim: böylece, kendimi Bilim Kurgu, mimari, film, Alman kültürü, Marksist teori ve pratik, psikanaliz, Hegelcilik, modernizm ve kulağa muhakkak seminer konuları gibi gelen, ancak benim için –Fransa, Çin, Los Angeles, Balkanlar, İtalya gibi– bir yaşantının boyutları olmuş, başka bir deyişle, konulardan ziyade deneyimler ya da tutkular olarak tanımlayabileceğimi hayal edebilirim. Belki de bunları pek çok farklı dil olarak da tanımlayabiliriz. Bu itibarla, bu dersler “teori” hakkında olduğu kadar Fransa hakkında da, istikrarlı bir angajman ya da ihtisaslaşma hakkında olduğu kadar belirli yıllar hakkında da.
Bu arada, belirli koşullar altında, “metin üretimi” ile sadece mesleki olmanın çok ötesine geçen ve aynı zamanda bazılarını şahsen tanıdığım, ancak hepsiyle araştırmacının soyut veya bilimsel ilişkisinden ya da hayranın hayali ilişkisinden daha önemli olan, kendine özgü ideal bir ilişki kurduğum diğer insanların tartışmalarına, araştırmalarına, ideolojik konumlarına karşı alınan bir tavır oluşturan kişisel bir katılım olabilir. Bu ilişki salt bireysel bir ilişki de değildi: tüm aşamalarında kolektifti ve coşkuları ve hayal kırıklıklarıyla bir grup insanın –öğrenciler, meslektaşlar, yoldaşlar– katılımını içeriyordu. Birazdan bahsedeceğim kuramsal pozisyonlar, yani sözlü anlatımların yazılı dökümleri, hem öğrendiğim ve öğrettiğim hem de diğer insanlarla ortaklaşa prova ettiğim dersler statüsündedir.
Sartrecı varoluşçuluğun ruhuna dair kendi derin kabulümü ilk olarak Haverford College’da romancı Georges Auclair ve o zamanlar Bryn Mawr’da bulunan René Girard ile temasım sırasında keşfettim. 1950’lerin başında New Jersey, Haddon Heights’taki aile evimin oturma odasında Saint Genet [1952] ve L’Être et le néant’ın [Varlık ve Hiçlik, 1943] kesilmemiş büyük ciltlerinin Fransa’dan gelen ilk sevkiyatını açarken yaşadığım entelektüel heyecanı hatırlayarak kendimi şımartıyorum. Ama ilk olarak Sartre’ın L’Age de raison [Akıl Çağı] adlı romanını okurken yıldırım gibi çarpıldım ve varoluşçuluğun hakikatini zatıma faş etti, ki o günden bu yana her daim sadık kalmaya çalıştım buna. Bu şahsi hususlardan bahsediyorum, çünkü bir bireyin, dahası bir yabancının, aslında kolektif bir toplumsal olguya, tabiri caizse, fenomenolojik olarak nasıl katıldığını belgeliyorlar. Gerçekten de, hem Haverford’da hem de Yale’de ve çoğunlukla Fransız olan hocalarım, bir felsefenin veya bir “teori”nin kolektif bir tasdik vasıtasıyla nasıl yarı maddi ve kesinlikle tarihsel bir varoluşa büründüğünü doğrulamışlardı.
Nitekim, Paris’te sık sık kaldığım bu dönemde, Direniş ve Kurtuluş sırasında Marksizm ve varoluşçuluğun hegemonyası, dilbilim ve göstergebilimin heyecanları ve ayrıca solda yeni siyaset biçimlerinin ortaya çıkması ve sadece sınırlı bir erişime sahip olduğum parti-komünistlerinin yanı sıra Troçkist ve Maoist taraftarların ortaya çıkmasıyla karmaşıklaşmaya başladı.
Bu geçiş dönemi sırasında, yeni semiyotik faaliyetlerin ve daha bilindik idealizm ve materyalizmlerin yanı sıra gelişen çeşitli “kavram felsefeleri”nin Marksizm ile diyalog (pek sevmediğim ama Rorty’nin yavan “söyleşi” [conversation] terimine tercih ettiğim bir kelime) içinde olduğunu anlamaya başladım. Ama aynı zamanda, UC San Diego’da, Fransız teorisinin evrimi olarak adlandırabileceğimiz şeye (yapısalcılıktan göstergebilime, Sartrecı varoluşçuluktan çeşitli post-yapısalcılık denilen düşüncelere) kendi entelektüel katılımım daha açık bir şekilde kolektif bir biçim aldı.
İnsan kendi yakınlıklarından olduğu kadar öğrencilerinden ve özellikle de onların materyal karşısındaki angajmanlarından da çok şey öğreniyor ve bu yüzden bu dönemdeki kendi çalışmam, La Jolla’da pek çok muhatapla (hem öğrenciler hem ziyaretçiler, hem meslektaşlar hem yoldaşlar, hem hocalar hem talebeler) bir tür kuramsallaştırılmamış işbirliği teşkil ediyordu — ve (Yale ve Santa Cruz’daki aralardan sonra) Duke’da, veba yıllarında, muhatapların uzaktan, şu ya da bu şekilde katkıda bulunduğu bu dersler şekillendi. Hepsinin ismini veremem, kim olduklarını biliyorlar, ancak birlikte hem Marksist Edebiyat Grubu’nu hem de Social Text dergisini kurduğumuz ve bu semineri anısına adadığım müteveffa dostum, yoldaşım ve işbirlikçim Stanley Aronowitz için bir istisna yapmalıyım.
Öte yandan, “nesnel” bir bakış açısıyla, Tel Quel grubunun (ve film çalışmalarındaki çeşitli benzer hareket ve dergilerin) Fransız 60’ları ve 70’lerinde genellikle merkezi bir rol oynadığı düşünülen dönemin kimi entelektüel tarihlerinden daha nevi şahsına münhasır bir dönemlendirme önereceğim. Bu dönemi, daha ziyade, politik olduğu kadar teorik avangardların da parçalanmaya ve kendilerini, bazıları gerçekten geniş ve sistemik olan çeşitli adlandırılmış ideolojik gruplara dönüştürmeye başladığı bir dönem olarak görüyorum: Althusserciler, Lacancılar, Foucaultcular, Deleuzcüler, Derridacılar, çeşitli feminist hareketler ve çeşitli alt kültürlerden bahsedeceğim. Lévi-Strauss’un çalışmalarının oluşturduğu muazzam yapı şüphesiz tüm bunlardan önce gelir; Roland Barthes’ın çalışmaları ise bu gelişmelere sadakatle eşlik eder ve onların genel ritimlerine harika bir yaratıcılıkla intibak eder. Bu dönemi yaşamamış biri, hepsinin “diyalog içinde” olduğu Marksizmden vazgeçmeden ve artık bir doktrin ya da -izm olarak kabul edilen bu teorik duruşlardan herhangi birinin fanatik bir taraftarı olmadan, sırayla hepsine nasıl belirli bir tutkuyla geçici olarak bağlı kalınabileceğini anlayamayacaktır. Ancak bu, bu konferanslara hayat veren ve başka bir perspektiften bakınca eklektizm olarak suçlanma riski taşıyan benim kişisel meselemdir.
Marksist bir sorunsal –ya da belki de Batılı-Marksist bir sorunsal demeliyim (ikincisi, eski Leninist paradigmadaki parti örgütü ve sınıf mücadelesi sorunlarının merkeziliğinin aksine ideoloji, siyasi öznellik ve nihayetinde metalaşmaya yapılan vurguyla ayırt edilir)– içinde gelişmekten kastım ne? Bence bu, üç ilgi ve araştırma çemberinin örtüşmesi anlamına geliyor: varoluşsal ontoloji, Lacancı psikanaliz ve son olarak da göstergebilim ve yapısal dilbilim. Bu üçü sözde Batı Marksizmine özgü soru ve sorunların daha genel çerçevesi içinde çakıştığında, o noktada “teori” daha saf felsefi ve sistemik dış görünüşünden kurtulmuş ve en yoğun anına ulaşmış olur. Üç alan (ve bunların Marksist çerçevesi) birbirlerinden kopmaya ve esasen akademik nitelikte daha geleneksel bir özerklik kazanmaya başladığında, bu itici güç zayıflar veya tamamen kaybolur (ve aynı şey değer, sınıf tanımı ve benzerlerinin teknik sorularına geri dönen bir Marksizm için de söylenebilir). Akademik felsefe kendini yeniden inşa etmeye başlar ve psikoloji, etik ve estetik soruları ayrı alanlar olarak önceliklerini yeniden ortaya koyar. Bu seminer, mevcut duruma yanıt olarak birleşik bir “alan teorisi” önermiyor; ancak amaç, o eski “teori yılları”nın sorunlarının yoğunluğunu ve özgünlüğünü hiç deneyimlememiş olanlara göstermektir.
Hegel, bu çok zengin ve heyecan verici dönemin sonunu, “usta düşünürler”inin olumsal ölümleri ile teorileştirmemi istemezdi. Zaten buna gerek de yoktur. Çünkü onların çalışmalarının tükenişi, Mitterrand’ın sosyal demokrasi deneyinin başarısızlığa uğradığı ve Fransa’nın, Régis Debray’nın gözlemlediği gibi, bir ulus-devlet olmaktan çıkıp bir üye-devlete dönüştüğü ve Gaullizm’in arzuladığı özerkliğin yeni ortaya çıkan küreselleşmede gerçekleştirilemez olduğunun kanıtlandığı bir Avrupa’ya dahil olduğu anda, dünya ruhunun (tabiri caizse) Fransa’dan çekilmesiyle aynı zamana denk geldi.
Sovyetler Birliği’nin sona ermesini Fransa’nın kültürel hegemonyasını kaybetmesinin temel nedeni olarak göstermek de doğru değildir, ancak bu sonucun çeşitli “aşırı belirlenmiş” önkoşulları arasında kesinlikle yerini almalıdır. Sartrecı yol arkadaşlıklarının sonunu getiren entelektüel bir süreç olarak Marksizmden arınmadan bahsetmiştim. Aktif ve etkili bir Komünist Parti’nin somut varlığının sona ermesi apayrı bir mesele olup, Mitterrand tarafından kurnazca tasarlanmış ancak Sovyet deneyinin kesin çöküşüyle açıkça tamamlanmıştır. Neo-liberalizm hegemonyasının, postmodern terimi altında toplanacak çeşitli dönemeçlerde oynadığı role daha önce değinmiştim. Bunu kültürel ve entelektüel olarak izleyen şey ise akademik ihtisaslaşmanın geri dönüşü, siyasi eylem olasılığının (ve buna duyulan sempatinin) ricatı ve Walter Benjamin’in 1930’larda zaten kınadığı teori ve siyasetin genel bir “estetizasyonu”dur. Tüm dünyada bazı neo-faşizmlerin geri dönüşü, siyasetin ya da Zeitgeist’ın bir tür döngüsel hareketine olan inancı teşvik etme eğilimindedir ki bundan kaçınmanın daha iyi olacağını düşünüyorum.
Yine de neticede Fransa’nın ve özellikle de bu “tarih”in öncülü olan Paris’in alamet-i farikası hakkında bir şeyler daha söylenmelidir. Savaş sonrası dönemde Fransız teorisine neden özel bir ayrıcalık tanınmış, Sartre ve ardıllarının teoride zımnen “dünya-tarihsel” figürler olarak nitelendirilmesini haklı çıkaracak ne olabilir?
Bu, ABD’li okuyucunun Avrupalı okuyucuya kıyasla daha az farkında olduğu bir jeopolitik yorumlama düzeyinin altını çizmenin ve savunmanın tam vakti. Kuşkusuz, bırakın ABD’yi, diğer Batı Avrupa ülkelerinde bile karşılığı olmayan Paris’in eşsiz merkeziliği, entelektüeller için taşralılığın kıyametinin güçlü bölgeselcilikler için bile telafi edilemez olduğu bir durum yaratmaktadır. Sartre’ın La nausée’si [Bulantı] öncelikle taşra kasabasının bıkkınlığının güçlü ve benzersiz bir felsefi ifadesidir; ancak tarihsel arkaplanı 1920’lerin küresel maceracısının dönüşüdür. Roquentin, çalıntı sanat eserlerinden servet kazanmayı uman André Malraux’nün Çinhindi’nden eve dönüşünün bir karikatürüdür: bu geri çekilme, faşizm ve Sovyet Komünizminin oyun alanını yeniden işgal ettiği ve yeni Sartrecı entelektüeli tarihsel araştırmaya (M. de Rollebon ve komplo) ve dolayısıyla ennui ya da Varlık bilincinin kaynaklandığı praksis ya da eylem felcine mahkûm ettiği 1930’ların politikasına geçişi işaret eder. (Bu açıdan, İşgal –Sessizlik Cumhuriyeti[1]– özgürlük seçeneklerinin yokluklarında analiz edilebildiği bir başka zorunlu taşralaştırma biçimi olarak görülmelidir).
O halde, bir tür metafizik olarak jeopolitik analiz, insan hayvanının, varoluş gerekçesi olarak toplumsal yeniden üretimin ötesinde “anlamlı” bir faaliyet aramaya mahkûm edilmiş bir tür olarak görülmesini varsayar. Bu kaderin ulus-devlet düzeyinde de geçerli olduğunu iddia edeceğim. Napolyon döneminde Fransa’nın İngiltere’ye yenilmesi –dünya hegemonyasının Britanya İmparatorluğu’na kaptırılması– vatandaşları için, bilinçli ya da bilinçsiz, özünde üstyapısal bir rekabete, dil aracılığıyla eylemde bulunmaya ve kültürün (entelektüellerin ve sanatçıların da üretimi) geliştirilmesine verilen bir cezadır. Ennui burada, taraftarlarla, Musset’nin “enfants du siècle”leriyle [yüzyıl çocukları] başlar ve ve savaş sonrası dönemin varoluşsal ve fenomenolojik felsefelerinde doruğa ulaşacak olan “fleurs du mal”ı [kötülük çiçeklerini] doğurmaya başlar.
Bu durum, Fransa’yı süper güçler arasında, entelektüellerini de üretken bir şekilde kapitalizm ve komünizm arasında sıkışmış ve var olmayan üçüncü bir yol arayışında bırakacak bir yenilenme ile, ampirik düzeyde ikiye katlanan bir hal almıştır. Fransa’nın savaş sırasındaki coğrafi durumu, kendine özgü bölünmelerinin bir alegorisidir: gerici ama kendi kendini yöneten bir bölge ve Nazi işgali. Fransız entelektüelleri bu sayede hem yenilgiyi hem de zaferi tecrübe etti. İtalya ya da İspanya’da olduğu gibi (Nazi Almanyası bir yana), tamamen tasfiye edilmemiş ve Sovyetler Birliği’nin de yaşadığı modernist üretim duraklamasına maruz kalmamışlardı. Öte yandan, Birleşik Krallık ya da savaş sonrası Batı Almanya’nın Amerikanlaşmasına indirgenmekten de uzaktılar. Sadece Fransa, hem Halk Cephesi’ni hem de Vichy faşizmini, hem Nazi işgalini hem de sol bir Direniş’i ve kendisine bir süreliğine hem ABD’den hem de SSCB’den belirli bir özerklik sağlayan Gaullist bir milliyetçiliği deneyimledi. Bu sınırlı özgür alan, bu derslerde okunan ve incelenen entelektüellere açık olan benzersiz düşünce ve kültürel üretim olanaklarını belirleyecektir.
Geriye sadece benim ve işbirlikçim Carson Welch’in, içinde bulunduğu durum itibariyle sayısız sapma ve obiter dicta’ya [rasgele sözlere] izin veren (biraz aklanıp paklanmış) sözlü bir metni muhafaza etmeyi tercih ettiğimizi itiraf etmek kalıyor; ancak birkaç olgusal düzeltme dışında esaslı hiçbir şey değiştirilmedi ya da eklenmedi.
Künye: Fredric Jameson, The Years of Theory: Postwar French Thought to the Present, ed. by Carson Welch, Verso, 2024. Jameson’ın 2022 yılında Fransız düşüncesi üzerine verdiği derslerden oluşan bu kitap ileride Metis Yayınları tarafından yayınlanacaktır.
Çeviren: Selim Karlıtekin
Selim Karlıtekin’in bu çevirisi ilk olarak substack hesabında yayınlandı. Çevirisini sitemizde yayınlamamıza izin verdiği için Selin Karlıtekin’e teşekkür ediyoruz.
Ana Görsel: Foreign Policy illustration
[1] Sartre’ın II. Dünya Savaşı sırasında, atom bombaları henüz düşmemişken yazdığı “La République du Silence” (Lettres Françaises, 1944; Situations III’te) makalesi Amerika’nın önde gelen dergilerinden The Atlantic Monthly’nin Aralık 1944 (174:6) sayısında başyazı olarak yayımlanmış ve suyun iki yakasında ilk cümlesiyle (“Hiçbir zaman Alman işgalindeki gibi özgür olmamıştık.”) ve varoluşçu üslubuyla büyük yankı uyandırmıştır. -çn.
The post Teori Yılları: Savaş Sonrası Fransız Düşüncesinden Günümüze appeared first on Terrabayt.