Yabancı: Madem Ölüyoruz…

Suç ve Kefaret

Hukuk sistemine teorik bir bakış attığımızda kuralların, caydırıcı olanın, bir suçun faili olmanın, bir suça kurban gitmenin, bizzat suçun, en nihayetinde ise hukuken iyinin ve kötünün ne olduğu aslında açık seçiktir. Ancak Mersault’nun suça ve suçun affına olan uzaklığı ya da daha doğru bir tabirle, suç ve kefareti eş derecede absürt bir şeye indirgeyen tavrı, hukuku fazlasıyla kağıt üzerinde bırakan bir şey. Cinayetin ardından; hukukun yetmediği, insan vicdanının rahatlatılması ve anlaşılmasıyla çözülmeyen, sadece insana ait cismani bir boşluk kalıyor geriye. Sorgu yargıcının meraklı, haşin ve aslında faili dini gerekçelerle affetmek için kendi vicdanında yeterli bir bahane uydurmaya meyilli tavırlarının da boşa çıktığını görüyoruz böylece.

Bir suçlunun genelde, kabahatli olduğunu içten içe kabul etmenin vicdani ağırlığı altında ezilirken,  istemediği kadar sahtekâr; arzu etmediği kadar bağışlanma talep eden bir tavır içine girmesi beklenir. Oysa Mersault’da durum farklı: Ona gerek avukatı gerek sorgu yargıcı tarafından sorulan, dürüstlükle yanıt vermesi hâlinde kendisini hapse mahkûm edecek sorulara sahici olmayacak kadar tuhaf bir samimiyetle cevap veriyor; avukatın kendisine annesinin cenaze gününde “kayıtsızlık timsali davranışlar” sergilediğinden bahsetmesi üzerine o gün havanın çok sıcak oluşunun ve uykusuzluğunun da en az annesinin rahmetlik oluşu kadar kendisi için sorun teşkil ettiğini söyleme gafletinde bulunuyor Mersault. Gerçeklikten kopuş içinde olduğu açık olan karakterin, olayın ciddiyetini kavramak istemeyen bir tavrı koruduğu veya böyle davranmakla; belki de her şeyi oyuna çıkaran bir bilincin kıyısında hareket ettiği pekâlâ söylenebilir.

Görüldüğü üzere Yabancı’nın başkahramanının kendine dair bir istemi yok, başkasına dair bir istemi yok; bir hırs, olmazlık düzeyinde olsa bile bir rekabet duygusu yok, aşkı bile kuşku duymadan, hissetmeden, o anın gereği olarak yaşıyor, olursa da olur olmasa da olur türünden bir düzen içinde, keyfekeder bir varlık bilinciyle devam ediyor Mersault.

Hücre Günleri

Mersault’nun tutsaklık anlarına tanıklık ediyoruz. Tüm bu anlarda aslında asıl kimliğini buluyor gibi karakter. İçeri girişini çok yadırgamıyor ama onu özgür addedilen, normal insanlardan ayıran tecride de olduğu gibi alışamıyor, bir tutsağın çekmesi gereken acıyı çekiyor, bir mahkûmun içselleştirmesi gereken o kısıtlanmışlığı en nihayetinde kanıksıyor. Aslında dışarıdayken de aşağı yukarı, buna yakın bir bilinçle yaşamını sürdürdüğünü, böylece, anlıyoruz. Üstelik annesinin ona dediği şeyi hatırlıyor:  “Annenin düşüncesiydi bu; insan eninde sonunda her şeye alışır, diye tekrarlar dururdu sık sık.”[1]

Bir hücrede kalıyor, tepedeki pencereden gökyüzünü ve denizi görmesi serbest, yattığı yerin tahtalarını kemiriyor, ottan bir şiltede yatıyor, ilkin uykusunu düzenleyemiyor, ne gece ne gündüz, ardından alışıyor, sadece bir kere Marie ile görüşüyor, eşi olmadığı için bir daha onunla görüşmesine izin vermiyorlar, Marie burada temiz, saf bir karakter olarak resmediliyor, Marie fedakâr, çirkin bir suç işleyen sevdiğini, zor zamanında yalnız bırakmadığı gibi ona ümit veriyor ve neşe oluyor. Okurlar olarak biz, zor zamanımızda Tanrı, hepimize böyle bir sevgili versin, diyecek oluyoruz ancak Mersault için Marie, güçlü bir sığınaktan çok kendisini ziyarete gelen sevimli bir tanıdıktan ibaret gibi daha çok, hücrede çektiği cinsel açlığı hayalen doyurmaya çalıştığında bile düşlediği kişi Marie olmuyor, zihnini herhangi bir kadının yüzüyle veya tanımış olduğu kadınların tümünden örülmüş bir suretle oyalıyor.

İlk defa içeri girdiğinde etrafında Araplar’ın olması da çok önemli. Camus’nün nezdinde Araplar, toplumun proleter kesimini temsil ediyor, Mersault bir Arap’ı öldürmekle aslında, onların sosyal konumuna yaklaşıyor, görüş gününde etrafındaki başka herkes bağırarak konuşurken Arapların sessiz sakin olmaları, belli bir nağme tıngırdatıyor gibi konuşmaları da kayda değer bir detay, bu sessizlik karakterin doğal durumuna çok yakın; zira O, gürültüyü ve dikkat çekmeyi değil, alışmışlığı ve kayıtsızlığı temsil ediyor.

Bir Hukuk Komedisi

Eserin mahkeme bölümüyle birlikte artık iyiden iyiye bir Kafka mizahının, iyi yazılmış bir hukuk komedisinin lezzetini almaya başlıyoruz. Mersault, cezaevi aracıyla adliyeye getiriliyor, davası görülmek üzere. Tanıklar getiriliyor. Salamano, Céleste, Masson, Marie, Pérez, bakımevi müdürü, bakımevi hademesi ve elbette Raymond. Anlatımlarda en fazla dikkati çeken şey, tüm bu davanın sıcak bir yaz gününde geçmesi. Romanda bir takım yerlerde zaten, tekrarlayıcı şekillerde, güneşin hareketlerine, camı ve perdeyi nasıl aştığına, ne gibi bir manzara paleti çıkardığına, adeta başkarakterin zihninin içinde dolanan bir duygu örneği olarak yerini nasıl kazandığına okurlar olarak tanıklık ediyoruz. Güneşin çoğunlukla kötücül bir işaret olarak, zor zamanlarda hep orada oluşu ve ümide değil, iç sıkıntısına dair bir delil olarak sunuluşu, özellikle mahkeme salonuna vuran güneşin ve salondaki hararetin tasvirlerinin yapıldığı yerler, kanımca eserin şimdiye kadarki en vurucu anlarını ifade ediyor. Önemli bir gün: mahkum kurtulacak mı, vicdani bir gerilim yaşayacak mı, savunma makamı ne diyecek, iddia makamının savları ne olacak, yargıçlar ne karar verecek?

Bu bölümde Mersault, mesleğinin tüm hünerlerini kuşanmış savcı tarafından; annesinin ölümünü hiçe sayan, bir yakınının ölümü sonrası her insanın göstermesi gereken duyguları göstermekten bile mahrum, annesinin ölümünün hemen ertesinde bir aşk ilişkisine girip aynı şekilde komedi filmine gidecek kadar arsız bir katil, bir toplum düşmanı olarak tarif edilecektir. Bu bakımdan savcının faile karşı tavrı dışlayıcıdır, iyi ve doğru kavramlarının ekseni etrafında kimlikleşmiş düzenin dilidir onunki. Mersault’yu savunan avukatın dili ise mesleki bir hastalığa tutulmuş gibi, sadece suçlunun kendini kurtarabileceği hukuki bir açık aramaya müsait, ezberlik bir tavır sergilemekte gibidir.

Ancak tanıkların dili son derece insanidir, tanıklıklarını yargı makamına aktarırken, yanlış bir şey söylemekten, gerek kendilerini gerek Mersault’ya karşı yakınlıklarını zora sokacak bir hata yapmaktan, haklıyken haksız konuma düşmekten veya bir suça ortak oluyorlarmış gibi hissetmekten korkan bir hâlleri olduğu da ayrıca gözlemlenmektedir. Sadece bu detay, hukukun teorik ve kesin dünyasına karşılık insanın işlediği suç karşısındaki tanıklığın son derece duygusal ve ahlaki zorluklar yarattığını ispata yetmektedir. Savcı, Mersault’nun özellikle cenaze gününde etrafındaki insanlar tarafından üzgün denebilecek bir duygu görüntüsü çıkartmayışına onun suçluluğunu, caniliğini, cinayet işlemeye meyilli sosyopat bir yanı olduğunu delillendiren güçlü bir ispat gözüyle yaklaşmakta ısrarcıdır. Vefat eden annenin bakımevindeki en yakın dostu olan Pérez’e, Mersault’yu cenaze günü ağlarken görüp görmediğini sorar. Adam o gün zaten sevdiği bir insanın ölmesinden dolayı çok üzgün olduğunu, etrafına çok odaklanamadığını ama sanığın ağladığını görmediğini söyler, bunun üzerine avukat atılır ve bir konunun altını çizer: “Peki, sanığın ağlamadığını hiç gördünüz mü?” Pérez, yine hayır der. Ve salondan gülüşmeler yükselir. İşin hukuk komedisi tarafını besleyen damar da işte eserin suça olan bu absürt yaklaşımının olduğu yerden atmaktadır. Komedi bununla sınırlı değildir. Bir yerde, Céleste yaşananların talihsiz bir kaza olduğunu söyler, öncesinde de sanığın adam gibi adam olduğunu belirtir. Bir şeyler içinde ukde kalmış gibidir, söylemesi gereken şeyleri söylememiş gibi hissetmekte olmalıdır ki ekleyip durur: Tüm bu olanlar talihsiz bir kaza! Bunun üzerine mahkeme başkanı: “Evet, orasını anladık. Zaten bizim burada bulunuşumuzun nedeni, bu tür talihsiz kazaları yargılamak.” diye karşılık verir.[2]

Yani bir tarafta yargı makamının son derece teorik yaklaşımı, bir tarafta insanın suç ve suçlu karşısındaki çıplak duygu haritası ve tedirgin vicdanı. Sizce ilki, ikincisinin hakkından gelmeye yetebilir mi, zaten avukatın isyanı da bu yetersizliği dile getirmek için vuku bulmuş gibidir: Her şey doğru, hiçbir şey doğru değil![3]

Mahkeme sahnelerinde Mersault’nun yabancılığını, olana karşı yetersiz biri gibi kalışını ifade eden, bunu çok güzel açımlayan pasajlar bulunur. Bunlardan bir tanesi, salon karşısında kendisini tramvay yolcuları karşısında bir banketin üzerinde oturan bir yolcu gibi nasıl hissettiğini anlatır. Ona göre, salondaki herkes, ona olan bakışlarıyla, travmaya giriş yapacak yeni bir yolcunun açığını kollayan, gedikli tramvay yolcuları gibidir. Karakterimiz, olayın ciddiyetine bir türlü varamamakta; ortada kendi geleceğine ve insan dünyasına karşı bir suç işlediğini, dosdoğru kavrayacak bir duygu ve vicdan cetveline kendini bir türlü adayamamaktadır. O, sahiden gerçekliğe karşı bir yabancılık çekmektedir. Onun bu yabancılığı, edebiyat nezdinde estetik bir şüphe, hoş ve radikal bir centilmenlik olarak algılanabilir ancak hukuk ve insan vicdanı nezdinde iyi bir şey olarak algılanması çok uzak ihtimaldir. Yabancı, yaptıklarını yapmakla, hissettiklerini hissetmekle hep cezaya mahkûm bir varlık olarak mı kalacaktır toplum nezdinde?

Öte yandan Mersault’nun daha önce Marie’nin yanında iyi hissedebildiğine dair bazı minör de olsa izler bulabiliyorduk. Şimdiyse, özellilkle Céleste’in kendi hakkında, onu sakınır şekilde ifade verdiğini işitince belki de hayatında ilk defa bir erkeğe karşı sarılma ve onu öpme türünden hislere sürüklendiğini görüyoruz. Dostoyevski’den insanlığa ve yüreklerimize bir derstir, vicdan en zor durumlarda, en güç şartlar altında uyanır, en iğrenç ve kayıtsız bir insanın bile içinde yükseltilmeye müsait bir ışık kendi kaynağında aslında beslenmektedir.

Bu gerek nedensiz yere bir kişinin öldürülmesini kapsama alan gerekse iddia makamının hiçbir masumiyet tespit etmemekte dirençli tavrının tecrübe edildiği hukuk ve ahlak komedisinin inşa edilmesinde şüphesiz yazarın bir kastı vardır: “Camus’nün vermek istediği mesaj açıktır: anlamdan yoksun bir gerçekliğin içinde, seçim yapamazsınız ve yargılanamazsınız. Masumsunuz çünkü kimse sizi yargılayamaz; fakat kişisel ve insani kimlikleriniz seçimler ve yargılamalardan oluşmuştur, eğer bunları yapma sorumluluğunu üzerinize almazsanız, bunu başkası sizin adınıza yapar ve kabahatli bulunursunuz. İnsanlık durumunun trajedisi, işte bu tür ikilemler üzerine inşa edilmiştir.”[4] 

Karar

İddia makamı Mersault’nun tasarlayarak adam öldürmekten yargılanması gerektiğini, bu ağır suç için hafifletici sebepler olmadığını savunurken savunma makamı, sanığın suçu işlemesinin arkasında hafifletici sebepler olduğunu savunmaktadır. Karar çıkmak üzeredir. Güneş yine tepededir, salondaki vantilatörler oraya çöken aşırı sıcağı dağıtmak için elinden geleni yapmaktadır. Bir dondurmacının çığlığı, karakterimize güzel yaz günlerini, Marie’yi ve hatıralarındaki güzel anları hatırlatır. Bu tür hatırlamalar, romanın ana ekseninin cinayet anından yargılama safhasına kaydığı ikinci bölümün mihenk taşlarını ifade eder: 

Kitabın ikinci yarısında, Arab’ın ölümünden sonra, bakış açısı değişir ve bir bakıma Proustyen bir hâl alır… Canı sıkılan Mersault, başka bir seçeneği olmadığı için hatırlamayı öğrenir, bize anlattığı şekliyle geçmiş yaşamının en küçük detaylarını bile hatırlamayı başarır… Ancak bunu tümüyle hatırlamanın (total recall) bıktırıcı uzunluğuna bizi maruz bırakmadan yapar. Proustyen ishalvari (diarrheatic) yazın ve Joycevari kafa karışıklığı romanın varlığını ortadan kaldırmamıştır…”[5]

Albert Camus. Yabancı (çev. Ayça Sezen), Can Yayınları, 2025

Hayatını ilgilendiren kuvvetli bir yargı anının, nispeten özgür olunan geçmişle ve aşk zamanları ile kesişiminin anıldığı bu gibi kısımlar, insan suçluluğu ve özgürlüğü ikirciminde düşünmemizi sağlar. Öyle ya, hiçbir hayvanın suçluluk hissine kapıldığını varsaymadığımız gibi, herhangi bir hayvanın gerçekleştirdiği bir eylemi, iyilik kötülük ekseninde tartışmaya eğilimli değilizdir. Hayvanların işlediği suçlardan ziyade, yabanıllaşmış hayvanların insan medeniyetinde oluşturduğu medeni sorunları tartışmaya, konuyu; ehilleştirme ekseninde ele almaya meyilliyizdir. Hayvanları sözüm ona cezalandırırken bile onların insandaki gibi birer hafıza, duygu, tasarım, istem gibi yetkelere sahip olup olmadığı konusunu genelde hesaba katmayız, bunu sadece insana has bir şey olarak ele alırız. Bu yüzden bir insanın ömrünü bir karara bağlamak ağır bir iştir.

Başkarakterin, salondaki insanların verdiği tepkilere bakarak, zaten topluma ait bir kişi olmadığını, bu şekilde yaşamaya devam edemeyeceğini anladığı yerde, mahkeme başkanının; bir meydanda, Mersault’nun başının kesilerek idam edilmek suretiyle cezalandırılması gerektiğini açıklayan kararı, okur olarak bizleri hazin bir suskunluğa sürecektir.

Ölüm Yoluyla Özgürleşme

“Rahiple konuşmayı üçüncü kez reddettim”[6] diye açılır son bölüm. Burada okura tekinsizlik veren şey, bir ruhbanın, bir defa veya bir kaç defa değil, tam olarak üç defa, adeta tasarlanmış gibi reddedilmesidir, buradaki üçleme “teslis”i daha doğrusu onun reddini düşündürtür. Eserin son bölümünde karşımıza çıkan rahibin, klasik bir romanda karşımıza çıkabilecek türden mistik yatıştırıcı bir niteliği olduğunu fark ederiz, sahiden Mersault’nun durumuna acır, ancak ona karşı olan acımasının toplum ahlakının bir uzantısı mı yoksa sadece Tanrı sevgisinin bir sonucu mu olduğunu karakterimize geçiremez, kahramanımız rahibi reddetmekle elbette Tanrı’yı reddetmiş olur ve zaten tiradında söyledikleriyle, idama mahkûm edilmiş ve hiçbir değere inancı olmayan bir katilin yüreğinden neler geçtiğini tam anlamıyla olmasa da büyük ölçüde anlamamızı  kolaylaştırır:

Onun için Tanrı, şu anı ilgilendiren bir mesele değildir, yaratıcı onun için sadece bir “şey”dir. Onu varlıksal olarak algılar, üstün tutmaz diğer şeylere. Tanrı sevgisi denince yüreğinde aşk canlanır gibi olur, hatırladığı en fazla Marie’nin yüzüdür, ancak son tahlilde bunun da kıymeti yoktur. Rahip, karakterimizin temyize gitme isteğinin kabul edileceğini düşünür ancak affedilmek için bunun yeterli olmadığını, Tanrı’nın da bağışlanmasını talep etmek gerektiğini söyler, ekler: Ben onlardan değilim, sana yardım etmek için buradayım. Ancak ruhbanın yardımı son tahlilde, düzenin keskin hatlarla sunduğu “iyi”nin ve iyiliğin burjuva ahlakınca hesaplanmış, kaidesine yerleştirilmiş, temsili bir heykelciği gibidir. Mersault, durumun farkındadır ve karşındakinin içinde durduğu daireyi de onun dediklerini de sonuna kadar reddeder, ona aldırış etmez.

Aslında toplumda yani roman merkez alındığında, Fransız toplumunda her yurttaş Mersault’nun mahkûmiyetine ve idamına sebep olacak suçtan sanki en az bir defa yargılanmayı hak ediyor gibidir, eseri okuduğumuzda başkahramanı suçlamaktan gittikçe uzaklaşıp toplum ahlakının ne kadar gönülsüz inşa edilmiş bir şey olduğuna hükmederiz, suçluyla empati kurarız, onu suça iten sebeplerin absürtlüğünü ve bu absürtlüğü besleyen toplumsal ikiyüzlülüğü idrak edecek oluruz. Mersault bir kere, kafasında idamı kabullenmiştir, onu başkalarının şahsı hakkında verdiği, kendisini sonsuza dek özgürlüğünden alıkoyan bir karar olarak değerlendirmez, ilk başta o da acizlik duyarak bu keskin hükmün boynuna dayadığı yargı kılıcından hâliyle irkilir ve hücresinde yatarken dişleri takırdar ama sonra kendince kabul edilebilir bir düşünce yolu bularak, şahsını özgürlüğe ve huzura erdirecek yanıtı bulur:

Ölüm kesinse, şimdi veya daha sonra olmasının anlamı ne! Bu düşünce uğradıktan sonra karakter, ölüme mahkûm edilmiş bir suçlu olmaktan sıyrılıp, kendi ölümüne karar vermiş bir müntehir kimliğine kavuşur. Yargı, ona karşı bir eylemde bulunmayı planlamaktadır ama o düşüncede, kendisine dair bir yargı vermiş gibidir ve bu onu özgürleştirir. Ruhbanın dediklerini de reddettiğini düşünürsek, karakterin; normal bir insan için çok ürkütücü ve dayanılmaz ama Mersault düşünüldüğünde çok anlamlı ve mağrur bir özgürlüğün içinde kendisini bulduğunu kanıksayabiliriz.

Başkarakter, söz konusu giyotinle idam olunca 1789 Devrimi’ni hatırlıyor; kahramanın ölüm şeklinin giyotinle başı kesilecek şekilde karara bağlanması; mahkeme salonundaki insanların tavırları, bir tiyatro salonundalarmış gibi orayı dolduruşları, pederin dedikleri ve genel tavrı, nihayetinde olayın Fransa’da değil Fransız işgalindeki Cezayir topraklarında geçiyor oluşu gibi detaylar; Mersault’yu suçlu yapan şeyin Fransız toplumunda Devrim’den sonra yerleşen burjuva ahlakına hizmet etmeyen, onu yadsıyan, onu kendi içinde, özünde temellendirebilecek mantıklı bir zemine dahi ihtiyaç duymayan birinin sonunun acımasız bir şekilde varlığının ortadan kaldırılmasına çıktığını düşündürüyor bize. Şurası da epey önemli: Mersault, bir Arab’ı öldürmekle, bir nefret cinayeti işlememiş; sistemin nazarında, öldürdüğü kişiyle aynı sınıfsal statüde eşitlenmiştir. Üstelik sistemin; faili idam edecek olmakla yaptığı şey, Arab’ın yaşam hakkını korumak değil, yerleşik düzenin hep olduğu gibi sürmesi önündeki her türden tehdidi ortadan kaldırmaktır.

Romanın okurları olarak, artık bu bilinçle, bundan sonra yapacaklarımızdan biraz ürküyor, son sayfayı da çevirdikten sonra karaktere romantik bir biçimde biraz daha bağlanmakla onu içimizde suçludan kurbana terfi ettiren o tılsımlı, hukuk ve etik üstü duygunun kaynağını istem dışı şekilde aramak arasında kalakalıyoruz böylece.

Ana Görsel: Yazarın tasarımı. (Kendisine teşekkür ediyoruz.)

[1] Camus, s. 72.

[2] Camus, s. 86.

[3] Camus, s. 85.

[4] Simon, Ernest. Palais de Justice and Poetic Justice in Albert Camus’ “The Stranger”, Cardozo Studies in Law and Literature, Cilt 3, Sayı 1, 1991, ss. 111-125, s. 120.

[5] Hudon, ss. 63-64.

[6] Camus, s. 98.

The post Yabancı: Madem Ölüyoruz… appeared first on Terrabayt.