Günlere yüklediğimiz anlamın ağırlığıyla çalıştığımız işlerimizde çoğunlukla ‘mesai dışı’ zamanlarımıza yönelik planlar yapıp hafta sonlarını iple çekiyoruz. Her pazartesi gününün arkasından cuma gününü beklediğimiz isteksizliklere sıkışıp kalıyoruz. Bazen işimizi sevsek de…
Küçük tatiller, kaçamaklar, mekan değişiklikleri yaparak yerine bulmaya çalıştığımız motivasyonumuz sanki daha çalışma ortamımızı görür görmez kaybolabiliyor. Artık süreli izinler değil hiçbir şey yapmak zorunda kalmadığımız süresiz günlere özlem duyuyoruz. ‘Durabilme’ eyleminin normalleştiği günlere…
Uyaranlar çevremizde şekillenirken ‘durabilmek’ bir lüks belki de bir özgürlük noktası olarak kalıyor modern insan için. Oysa tarihin bir döneminde siyahiler için özgürlük, tüm insanlarla eşitliği; kadınlar için özgürlük, tüm erkeklerle eşitliği… içeriyordu. Şimdiyse sözde eşitlikler dünyasında özgürlük her insan için farklı tanımlanabilir bir kavram halinde. Öyleyse özgürlük, bulunulan durumdan bir üst seviyeye taşıyabileceğimiz bir durum hali mi? Ulaştığımız her noktada özgürlüğümüzü yeniden şekillendirip bükebilir miyiz? Eğer öyleyse sürekli gelişen ve değişen modern dünyanın yarattığı mevcut düzen içerisinde hep özgürlüğü bulduğumuzu sanıp tekrar aramaya başladığımız döngüde mi var oluyoruz?
Bu varoluş içerisinde özgürlük, insanlara sadece hissettirilen bir kavram olarak kalıyor. Hafta sonları, sayılı günlük izinler, küçük tatiller ya mesai dışı ulaşabilen aktivitelerin kendine ait olduğunu sanan insana kodlanmış ‘sınırlı özgürlük hali’.
Guy Debord, Gösteri Toplumu isimli kitabında serbest zaman ile çalışma zamanının ayrışmasını da gösterinin bir parçası olarak gördüğünü ifade eder. Anlamı, çalışma sürecinden söküp alır ve onu, bize bir lütuf olarak sunulan ‘boş zaman’a yerleştirir. Bu, sistemin en büyük aldatmacasıdır. Boş zaman, gündelik hayatın yabancılaşmasına bir reddiye, gerçek bir özgürlük alanı olmaktan çıkar. Aksine, tüketime yönlendirildiğimiz, gösterinin bize ‘dinlenme’ ve ‘eğlence’ kisvesi altında yeniden hükmettiği bir ‘sahte özgürlük’ alanına dönüşür. Dolayısıyla sistem, bizi önce anlamsız işlerle köleleştirir, sonra da bu köleliğin telafisi olarak sunduğu ‘boş zaman’ ile aslında bizi tüketim kölesi haline getirir. Özgürleşeceğimizi sandığımız anlar bile, gösterinin planladığı bir tüketim faaliyetinden ibarettir. Gerçek özgür zaman ise, bu meta olmayan, pazarlanmamış ve kendi deneyimimize ait olan ‘yaşanmış an’dır; gösteri toplumunun unutturmaya çalıştığı tek şey de budur. İşte bu nedenle Debord, psikoloji biliminin bireysel vurgusunun aksine, ‘İnsanlar babalarından çok, yaşadıkları zamana benzer’ der. Çünkü insan, özgürlüğü babasından devralınan kalıtsal bir mülkten ziyade, içine doğduğu gösteri toplumunun dayattığı bir ‘tüketim çerçevesi’ olarak öğrenir ve benimser. Özgürlüğü, kendisine sunulan seçenekler arasından bir tatil rotası, bir hafta sonu etkinliği ya da bir tüketim nesnesi olarak kodlar. İşte bu yüzden, ulaştığı her hedefte özgürlüğün yeniden tanımlandığını hisseder ve onu bir sonraki tüketim nesnesinde aramaya devam eder. Çünkü kendinden önceki kuşaklardan çok, kendisine ‘boş zaman’ ve ‘özgürlük’ diye dayatılan bu çağa benzer.
İlginizi çekebilir: Sürdürülen eylemsizlik: Atalet
The post Zaman, özgürlük ve gösteri üzerine appeared first on Uplifers.